top of page

Bütünden bir parçadan bütüne

  • Yazarın fotoğrafı: Ceren EFE
    Ceren EFE
  • 8 Ağu 2024
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 13 Ağu 2024

  Burada anlatmaya başlayacağım hikaye bir hayli ünlü olanlardan. Değişik zamanlarda değişik şekillere bürünüp, farklı kişileri hedefine koyarak yıllardır süregelmiş bir hikaye.

 Havanın nasıl olduğu bilinmeyen bir sabahın akşamıydı. Çocuğun tahminlerine göre güneşli bir gün olmalıydı çünkü tavandaki rögar kapaklarının deliklerine kollarını hafifçe uzattığında Güneş’in yakıcı dokunuşunu hissedebilmişti. Okulda öğrendiğine göre yanma hissi veren sıcak havalar Güneş’in eseriydi. Bu ona inanılmaz geliyordu. Nasıl bu kadar sıcakken kimseyi öldürmeyecek kadar uzakta durmayı başarabiliyordu. Gücünü bizim gibi zavallı insanların üzerinde kullanmadığı için vicdanlı biri olmalıydı. Hava o sırada istediği karanlığa ulaşmıştı. Yavaşça rögar kapağını itip uzun zamandır yaptığı gibi hiç ses çıkarmadan yeryüzüne tırmandı. Karanlık sokaklarda artık hissedebileceği bir sıcaklık kalmamıştı. Hafif bir rüzgar yüzüne sürtüp giderken bir süre gökyüzünü izledi. Ay ışığı ve ona eşlik eden yıldızlar onun için Dünyada görebileceği en büyüleyici varlıklardı. Zaten onun dışında çok da bir şey görme yetkileri yoktu. Lağımların karanlığında da böyle bir ışık kaynağı olmasını dilerdi içten içe. Gideceği yere gözlerini Aydan ayırmadan kafası yukarda yürümeye başladı. Yukarıda durduğu kısıtlı zamanı son saniyesine kadar değerlendirmek istiyordu. 32 adım ileri, sağa dön, 25 adım daha ileri sonra kafasını indirip biri var mı diye kontrol etmesi gerekiyordu. Bu sokaklarda genelde kimse geceleri dışarı çıkmazdı. Sabahlarını dilediği gibi harcayabilen insanların gecenin karanlığında ne işleri olurdu ki? Önündeki çöp kutusunun içine atladıktan sonra kapağını hafifçe aralayıp karşıdaki binayı gözlemeye başladı. 30’a kadar saydı içerdeyken. 30 çok büyük bir sayıydı ona göre biri içerde olsa o zamana kadar çıkardı. Her seferinde onun için işe yaramıştı. 1 2 3 4 5…19 20. Sıkıldığı için burada saymayı bırakıp çöpten dışarı atladı. İzlediği kütüphaneye doğru eğilerek ilerledi. Arkadaki camlardan biri hep açık bırakılırdı. Çocuk, yaşlı bir kütüphanecinin camı öğrenmeye aç insanları içeri çekmek için açık bıraktığını düşünüyordu. Yani tam da kendisi gibiler için. Sabah gidemeyeceğini bildiği yerlere sadece gecenin onu karanlığında gizleyeceğine güvenerek gidebiliyordu. Camdan içeri atladı. Tavanın yükseliğine tekrardan şaşırarak baktı. Tüm kitapların yerini odasının içi gibi biliyordu. Geçen sefer izinsiz ödünç aldığı hikayeyi yerine bıraktı. Bu sefer uzun bir şey okuyabilecek kadar kendine güveniyordu. Kalın kitapların olduğu kısıma, sürekli sağa sola dikkati kaysa da, ilerledi. Aşağıdaki okulda sadece çalışabilmen için gereken okuma bilgisi öğretiliyordu. Taşıdıkları torbanın üstünde ne yazdığını okuyabiliyorlardı. Torbaları nereye götüreceklerini anlayacak kadar da yer yol bilgisi veriliyordu. Hayat hakkındaki bilgilerse eğer yukarıda bir işin çıkarsa tüm seslere ve renklere şaşırıp kendini bir dört tekerleklinin önüne atmamanı sağlayacak kadardı. Çocuk bunun saçma olduğunu düşünüyordu. Kendisi de yukarıdakiler gibi uzun okumalar yapabiliyordu. Neden kendimi bir torbanın içeriğini okumakla kısıtlamak isteyeyim diye düşünüyordu. Tanımadığı insanlar sadece bunu yapabileceğine karar verdiği için hayatını tam bir cümleyi bile okuyamadan geçiremezdi. Yukarıdaki insanlar bizi yeterince tanımıyor diye düşüdü. Bir romanı okuyabildiğini kanıtlayabilseydi eğer fikirlerini değiştirebilecekti. Gördüğü en kalın kitaba atladı hızlıca. Artık zamanı gelmişti. Korkakça davrandıkça düşük tavanlı yaşam alanında daha da boğulacaktı. Varını yoğunu ortaya koyup kendilerini kanıtlama zamanı gelmişti. Herkesin akıbeti bu küçük çocuğun omuzlarındaydı ve kimse onu tanımıyordu bile. Çıkmadan önce her zaman yaptığı gibi ortada duran masanın çekmecesine gece izinsiz girip ödünç aldığı kitabı telafi edecek bir özür olsun diye çizmesinden çıkardığı hediyeyi bıraktı. Pencereden atlayıp geldiği yönün tersine doğru ilerledi. Geldiği yerden dönüp, görebileceği diğer güzellikleri kaçırmak istemiyordu. Gizli bir çıkarı daha vardı aslında. Dönüs rotasında, tam içeri girdiği kanalizasyon kapağının başında bir kadayıfçı vardı ve bazı nadir anlarda o kadayıfçıdan çıkan biri elindeki tatlının bir parçasını kanalizasyon kapağından aşağı düşürürdü. Çocuk her seferinde bunu umut ederek elinde kitabıyla oraya heyecanla koşardı. Bu sefer tam kapağın yanında kocaman bir parça gördü. Düştü düşecek gibiydi ama asla düşmüyordu. Biraz rüzgar değseydi içeri düşecekti. Sabırsızca ayağını yere vurarak rüzgarı bekledi. Eğilerek biraz üflemeyi denedi düşsün diye kitabını sağa sola sallayarak rüzgarı elleriyle yaratmaya bile çalıştı. Yavaştan sabah olacak diye korkarken bir anda eliyle tüm kadayıfı içeri itti. İsteyerek mi yanlışlıkla mı anlayamayacak kadar hızlı gelişmişti her şey. Vurmasam zaten içeri düşmek üzereydi diye düşündü. Hem yukarıda kalsa kime faydası olacaktı ki o küçücük parçanın. Onun midesine girerse emindi ki daha mutlu olacaktı. Yenmediği sürece tatlı olmasının ne önemi vardı ki. Acaba yenilmeyen tatlılar acıya mı dönüşüyordu üzüntüden. Dün çöpten yediği kekin tadının hiç de tatlı olmamasını açıklıyordu bu durum. Kadayıfını yiyebilmek için heyecanla arkasından aşağı atlayıp kapağı kendi üstüne kapadı.

 O sırada kanalizasyon kapağını gören bir binanın arkasına saklanmış üç tane adam saklandıkları yerden açığa çıktı. Üçü de siyah takımlar içinde kaba saba adamlardı. Sokağın ortasındaki kapağa bakarken içlerinden birisi sinirle binaya yumruk attı. İstese çıplak elleriyle binayı tuğla tuğla yerinden sökebilirdi. Açtığı deliğin derinlerine kadar baktıktan sonra diğerlerini eliyle çağırıp karanlığın içine doğru kayboldu.

Çocuk sessizce, oda bile diyemeyeceği 20 tane çocukla beraber kaldığı yatakhanesine sokuldu. O gece kitap okumak istemiyordu. Cebine sakladığı kadayıfla koridorlarda süzülerek hastaneye ilerledi. Lağımda bir hastane ne kadar hijyenik olabilirse o kadar temizdi. Hiç. Yan yana yatan insanlar bitmek bilmiyordu. Bazılarına verilecek yatak bile yoktu. Yere serilmiş çarşafların üzerinde acılar içinde kıvranıyorlardı. İçeri girildiği an insanın üstüne doğru daralan tavan, sağlıklı insanı bile güçten düşüren korkunç loş ışıklandırma, yük olarak sırtına biniyordu. Çocuk bu durumun sanki farkında değilmiş gibi kıvranan insanların arasında heyecanla kendi annesini aramaya başladı. Odanın en sonunda bir çarşafın üzerinde uzanırken buldu onu. En son bıraktığında bir yatağı vardı. Artık onun da olmadığını görünce endişeyle yanına koştu.

“Anne, neden yatağında değilsin?”

“Yatakları daha hasta insanlara ayırıyorlar tatlım onların ihtiyacı var. Bu iyiye işaret yani artık bir yatağa ihtiyacı olmayacak kadar iyileşti annen.” dedi, tebessümle.

“Yakında çıkıyorsun yani. Sonunda. … Aslında sana gizlice bir şey getirdim.”

“Çalmadın umarım yine bir yerlerden. Biliyorsun ne kadar yanlış olduğunu sana kaç kere anlattım. Başında ben duramıyorum diye bu durumdan faydalanmıyorsundur umarım.” dedi, kaşlarını çatarak.

“Hayır çalmadım, yukarıdan kanalizasyona düştü. Ben tam oradaydım. Benim oldu.”

 Cebinden kadayıfı çıkarıp annesine gösterdi heyecanla. Biraz da gizliden. Başka kimseyle paylaşmak istemiyordu. Kimsenin gördüğü ya da göreceği yoktu zaten herkes ölümle meşguldü. Annesi çatık kaşlarını yumuşattı. Yalan mı bilmiyordu ama bu dünyada kalan kısıtlı vaktini çocuğunu azarlayarak geçirmek istemiyordu. Son anlarında onu mutlu hatırlasın istiyordu çünkü yatağı olmayan hastalar iyileştirilmekten ümit kesilmiş ölüme terk edilenlerdi aslında. Öleceği bilinen birine yatak harcamak yaşama şansı olanlar için sadece bir haksızlıktı. Binlerce insan bu odada bir yatağı bile olmadan hayata gözlerini yummuştu. Çocuğu için gülümseyerek kadayıfı onunla paylaştı. Anlattığı hikayeleri dinlemeye başladı. Oğlu her zaman iyi bir anlatıcı olmuştu. Bu karanlık odayı aydınlatan tek şey oğluyla geçirebildiği kısıtlı saatlerdi. Anlattıklarını hayranlıkla dinler hiç bitmesin isterdi ancak sabah olduğunda onu mecburen işinin başına göndermek zorundaydı. Kurallar böyleydi. Akşam tekrar buluşmak için sözleşerek zorla işinin başına gitmeden biraz uyumaya gönderildi çocuk.

 İşi her gün aynıydı. Çuvalları al. Sırtına. Taşı. Lokasyon. 40 ileri. Dön. Sağ. 29 ileri. Bırak. Yukarı gönder ama sen çıkma. Onlar da inmesin. Hiç kendini gösterme. Aldıklarına emin ol. Kaybolursa senin suçun. Emin ol. Dön. Taşı. İşini yavaş yavaş yapardı. Zamana yayarak çünkü gizlice bir şeyler okumak için işini koşa koşa yapıp erken bitirdiğinde sana az iş verilmiş dedikleri ve ekstra iş yaptırdıkları olmuştu. Akşama kadar kafasında önceki okuduğu kitabı düşünerek işini yaptı. Annesine anlatabilmek için kafasında tekrar tekrar döndürüyordu hikayeyi.

 Güneşin gitmesiyle tekrardan yukarı doğru tırmandı. Aya yüzünü çevirdi ama bulutlar tamamen ışığını kapatmıştı. Somurtarak, yere bakarak ilerledi. Adımlarını bile saymadan ayaklarını sürte sürte kütüphaneye ilerledi. Çöp kutusunda nerdeyse 30 saniye denebilecek bekleyişini yapıp arka cama doğru ilerledi. Pencere pervazını tutup kendini yukarı çekti. Bir ayağını içeri sallandırdığı an güçlü bir el onu ensesinden geriye doğru çekip sokağın ortasına doğru savurdu. Orada bekleyen bir diğer el tekrar ensesinden kavradı. Yara bere içinde çığlıklar atıp onu tutan elden kurtulmaya çalışırken el, onu süratle bir sokak lambasının altına sürükledi. Kalbi korkudan iki kat hızlı atan çocuk yanlış bir şey yaptığının farkındalığıyla, acı çekse de sessizce olacakları bekliyordu. Adam bir süre sessizce çocuğun yüzünü ışıkta inceledikten sonra vurduğu yumrukla yere yığdı. Üç adam baygın yatan çocuğu ışıksız gecenin yardımıyla arabalarına taşıdılar.

 

Mahkeme salonunda duruşma tüm hızıyla devam ediyordu. Salonda bulunması gerken herkes suçluyu cezalandırma azmiyle konuşanları pür dikkat dinliyorlardı. Bulunması gerekenler sadece üç adam, kararı verecek hakim ve 10 tane seyirciydi. Fazlasına gerek yoktu. Üç adamdan biri öne çıkıp suçluyla ilgili bildiklerini sıralamaya başladı.

“Kendisi azılı bir suçludur Hakim Bey. Hırsızlık tüm halkımızı ilgilendiren bir suçtur. Çalınanlar hepimizin inşa etmeye kanımızı terimize katarak çalıştığı ülkenin evlatlarının malıdır. Çalınanlar bizim için sadece birer eşya değildir. Bu hırsız eşyalarla beraber huzurlu bir ülkeye dair gelecek umutlarımızı da çalmıştır. Umut ise bizim ülkemizin yapı taşıdır. Onsuz yapamayız diyebileceğimiz tek varlıktır. Biz materiyalistik bir düşünceyle gece gündüz hırsızın peşine düşmedik. Bizler maneviyatın peşindeydik. Günlerce. Aç. Susuz. Doğruların peşindeydik. Suçlu defalarca ülkemizin manevi değerlerini ayaklar altına almıştır. Sadece çalmakla yetinmeyip kütüphanenin çekmecesine yiyeni hasta edip yataklara düşüren balıkları çiğ çiğ bırakarak açıkça bizimle alay etmiştir. Bizim tarafımızdan yakalanana kadar da hiçbir pişmanlık ya da durma belirtisi göstermemiştir Sayın Hakim. Biz görevimizi yerine getirdik. Sıra sizlerde. Buna bir son verilmeli.”

Suçluyla alakalı iddialar ortaya atıldıktan sonra sıra karar için hakime dönmüştü. Seyircilerin hepsi gözlerinde kararlılıkla adaletin işlemesini ve suçlunun cezasını çekmesini bekliyordu. Halkın karşısında böyle düşmancasına bir cesaretle durabilen kişi kimse, ortadan kaldırılmalıydı.

 

Lağımda yaşayan insanların arasında bir söylenti yayılmaya başladı. Sessiz ancak giderek yükselen. Bir idam haberi. Görülmeyenlerin arasında kaybolamayan tek kişi cezalandırılacaktı. Bir ağırlık gibi çöktü üzerlerine. Tavanlar daha da yaklaştı tabanlara. Aralarında yaşayan herkesi utançla ezene kadar. Artık yaşanamaz dapdar alanda sıkışan insanlar, birer birer kapaklardan yeryüzüne çıkmaya başladılar. Yıllardır görülmeyen insanların emekleri bir ‘hatayı’ affedemeyecek kadar değersiz miydi yukarıdakilerin gözünde? Boşuna mıydı bunca zaman tüm kurtuluşa erme umutları. Daha büyük bir amaç uğruna çalıştıkları inancı. Sefa sürenlerin, çalışmak en büyük erdemdir sözleri…

Olayı duyan insanlar oluk oluk mahkeme binasının çıkışına doluyorlardı. Bazıları tertemiz giyinmiş adaleti desteklemek için, bazılarıysa kokmuş kıyafetleriyle adaleti sorgulamaya gelmişlerdi. Kokuyu alan insanlar kafalarını çevirip yüzlerini buruşturuyorlardı. Söylenerek en uzak köşelere ilerliyorlardı. Burunlarını ne kadar tıkama çalışsalar da koku engellenemez bir şekilde sızıp onlara ulaşmanın bir yolunu buluyordu.

Tüm bu kargaşayı duyan hakim dışarı çıkıp neler olduğunu görünce şaşkınlıktan geri odasına girmeye çalıştı. Aşağıdan gelen insanlar önünü kesip odasına giden yolu engellediler. Öfkeli kalabalıktan bazı sorular yükseldi. Korkmuş hakimse cevap vermek zorunda bırakıldı.

“Çocuğu nerede saklıyorsunuz?”

“Öldürdünüz mü yoksa onu?”

“Bilmiyorum nerede olduğu bana söylenmedi.” Dedi hakim olduğu yere pusarak. Yardım için çevreye bakınıyordu.

“Az önce mahkemesi yapıldı. Çocuk kendi mahkemesinde değil miydi? Bizimle dalga geçemezsin artık.”

“Siz kimsiniz? Çocuğun ailesi olmadığınız sürece bu bilgiyi paylaşamam.” diye son cesaretini kullandı.

“Oyalanmayı bırakıp sorularımıza cevap ver. Senin gibi okumuş bir adam bulunduğu durumun farkında olmalı.”

“Aşağı insanların mahkemeye girmesi yasak olduğu için içeri alınmadı.” dedi ve yarattığı şaşkınlıktan faydalanarak kaçabildiği kadar uzağa koşmaya başladı.

Yukarıdan bir beden gökyüzünde düşen ilk yağmur damlası gibi insan topluluğunun ayaklarının dibine düştü. Çatıda dikilen üç tane adamın gölgesinin altında, bir çocuk.

Ardından gelen yağmur damlalarıysa çok geçmeden direnemeyip hızla aşağı damlatılmaya başlandı.

O günden sonra, ülkenin sadece lağımında hakimiyet süren bu korkunç koku, kötü kanalizasyon sistemleri yüzünden tüm ülkeyi koca bir lağım çukuruna döndürdü.


Bu hikaye rastgele seçilmiş üç kelimenin bir araya getirilmesi ile yazılmıştır.

 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page